Reel Faizi Sıfırlamak

Yakın dönemde dile getirilen bir konu var, sıfır reel faiz. Bir kesim bunu hükümetin oy kitlesini etkileme amaçlı deklare ettiğini söylüyor, bir kesim ise bu reel faiz oranının kimin için ayarlanması gerektiğini tartışıyor. Söz konusu yerli yatırımcı için reel faizin sıfırlanması ise durum ve yorumlar farklı, yabancı yatırımcı için reel faizin sıfırlanması halinde durum ve yorumlar farklı. İkisini de ayrı ayrı incelersek;

Yerli yatırımcı için reel faizin sıfırlanması demek, “yatırım yapma, elindeki parayı harca” demektir. Piyasada dolaşan para miktarı artacak ve sürekli ısınmakta olan ancak soğutulamayan piyasanın ısısını yükseltici etkisi olacak demektir.

Yabancı yatırımcılar için reel faizi sıfırlamak ise bugünkü konjonktürde ateş ve barutla oynamaya başlamakla eş anlamlı yorumlanabilir. Cari açığın kronikleştiği ve Dış ticaret açığının kontrol altına alınamaz hale geldiği (çünkü ucuz dövizle yapılan ithal harcamalar artmakta), ihracatın döviz, döviz kuru ve ithal edilen ara mallara bu denli bağımlı hale geldiği bir piyasada yabancıları kaçıracak hareketlerin sadece yıkıcı etki gösterecek olmaları sürpriz olmayacaktır. Dövizin nispeten yatay seyrinin oynaklaşmaya başlaması ekonomik anlamda olumsuz sonuçlar doğuracaktır (Döviz borcunun pahalılaşan dövizle ödeme zorunluluğu gibi). Yabancı yatırımcıların varlığının ekonominin şu anki dengesi için bu denli önemli olduğu bir ortamda yabancılar için reel sıfır faiz uygulamasının bir süre daha beklemede kalacak bir fikir olacağı aşikardır.

Okuduğum yazarların söyleyemediği ya da belki düşünmedikleri bir noktaya parmak basmakta fayda görüyorum. Reel sıfır faiz yerli ve mevcut yabancı yatırımcılar için yeni alternatif arayışı anlamını içermektedir. Bu paranın Türkiye’de değil reel getiri sağlayabilecekleri diğer ülkelere kayması anlamını taşımaktadır. Yabancı ülke dış borçlanma kağıtlarına ya da emtia ürünlerine (altın, petrol, değerli maden, buğday, vb.) yapılacak olan yatırımı arttırıcı etkisi olacaktır. Bunu yapabilecek bilgi ve eğitim ayrıca da sermayeye sahip kesim Türkiye’de verilecek olan sıfır reel faize yetinmeyeceği için yatırımlarını yeniden şekillendirme şansına sahip bir şekilde alternatiflerini değerlendirecek ve Türkiye pazarından çıkış gerçekleştireceklerdir. Reel sıfır faiz oranının gerçekleriyle yaşamak zorunda kalacak olan hali hazırda zaten geçim sıkıntısı yaşamakta olan borçlu halk kesimi olacaktır. Reel Faiz, nominal faiz oranından (piyasa faiz oranı) enflasyon oranının çıkarılmasıyla hesaplanabilir. “Faiz, enflasyonun sonucu değil, sebebidir.” fikrinin doğruluğu kabul edildiği durumda, yıllık enflasyonun %3 gibi gelişmiş ülkelerin standartlarına indirmek mümkün olsa bile (ki şu anda mümkün görünmemektedir) tanım itibariyle sağlanan sıfır reel faiz getirisi sonucu halkın alım gücü sabit kalmamakta yıllık enflasyon oranı kadar sürekli değer yitirmektedir. Bunun nedeni enflasyonu sıfıra çekebilmek için nominal faiz oranlarının sıfır olarak belirlenecek olmasıdır. Bu durum borcun hızla ve katlanarak artacağı sonuçlar doğuracaktır. Bu noktada eklemek isterim ki mevcut durumda hiç borcu olmayan bir vatandaş bile yaşam standartını koruyabilmek için borçlanmak zorunda kalacaktır.

Yabancı yatırımcılar Türkiye’ye borç sıcak para ile gelirken Türkiye’de elde ettiği ancak kendi evinde bulamadığı reel getiri fırsatının ortadan sıfır reel faiz sonucu kalkması ile tasarruflarını yeni yatırım alanlarına kaydırma konusunda zaman kaybetmeyeceklerdir. Yabancı yatırımcıların piyasadaki paylarının ortalama olarak yarıya yakın olduğu değerlendirildiğinde ise bu tür bir çıkışın Türk ekonomisine zarar vereceği görülmektedir. Yabancı yatırımcıların büyük ölçeklerde çıkış gerçekleştirmeleri dövizin yukarı yönlü hareketine yol açacaktır. Türk Lirası’nın bu gibi bir durumda kontrolsüz değer kaybı, döviz borcu olan kesimi ciddi şekilde etkileyeceği açıktır.

Diğer bir yandan, sıfır reel faiz için örnek gösterilmekte olan gelişmiş ülkelerin ekonomik durumlarının Türkiye ile karşılaştırmaya uygun olmadığı hatırlanmalıdır. Japonya uzun yıllar faiz oranlarını sıfır düzeyinde tutmasına karşın halkın büyük çoğunluğunu gelirlerinin  yarısına yakınını tasarruf etmekten alıkoyamamaktadır. Japonlar kültürel olarak tasarrufa önem veren bir millet olmanında etkisiyle tasarruf kararlarını cari faizden bağımsız olarak sürdürmektedirler. Ayrıca, Japon ekonomisi bu dönemde enflasyon ile değil deflasyon ile mücadele halinde olmuştur. Amerika örneği ele alındığında ise çok daha farklı bir tablo ile karşılaşılmaktadır. Amerika, 2007 finansal sektör krizi sonrası indirmiş olduğu faiz oranlarını tüketimi canlandırmak amacıyla düşük seviyelerde tutmaktadır. Uzun süre düşük seviyede kalan faiz oranları sebebiyle dünya çapında enflasyon baskısı hissedilmeye başlanmıştır. Elbette enflasyon riskinin öngörülmesinde kriz süresince gerek FED gerekse Avrupa Merkez Bankası tarafından piyasaya enjekte edilen likiditenin de etkisi mevcuttur. Türkiye gibi tasarruf oranı zaten düşük bir ülkede tasarruf oranlarını teşvik edecek kararlar yerine tasarruf etmeyi engelleyici kararların uygulamaya konulması hali hazırda tasarruf etmekte zorlanan kesimlerin yaşam kalitesini ciddi anlamda düşürücü rol oynayacaktır (Türk toplumu yaklaşık %14 civarında tasarruf yaparken, yapılan yatırımlar %24 düzeylerine yakın bulunmaktadır ve aradaki %10’luk bant tamamen dış kaynak ile finanse edilmektedir). Öte yandan Amerika piyasalarını canlandırma çabası ile takip ettiği düşük faiz politikasının Türkiye için uygulamaya konulması demek, mevcutta sıcak olan piyasanın  talep artışı sonrası daha da ısınmasına yola açmak demektir.

Konuya yabancı yatırımcının geldiği coğrafya ve köken olarak incelenecek olursa sıfır reel faiz Batı ekonomisini kendisinden uzaklaştırıcı bir etkiye sahipken, doğu ve özellikle islami kesime çekici görünebilecek özellikleri muhafaza etmektedir. Türkiye’nin konjonktürel olarak sahiplendiği, Orta Doğu Ülkelerinin Liderliği rolü çerçevesinde batılı yatırımcıların yerini müslüman yatırımcıların doldurucu etki göstermesi şaşırtıcı olmayacağı gibi sorun sadece ölçek boyutuna indirgenebilir bir sorun haline gelmektedir.

Sıfır reel faiz yakın zaman içerisinde uygulamaya konulabilecek bir uygulama gibi durmasa da yatırımcısı cezbedilmek istenen kesime hitap edilmesi çokta yadırganabilir bir durum olamaz. Hedefin ne kadar gerçekleştirilebilir olduğunu ise zaman gösterecektir.

Fikren Düşündüklerim, Hayat içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Cumhuriyet’te Kul Olmak

Seçimden 1 ay önce yazmış olduğum “Seçim’e Doğru Geri Sayımda” başlıklı yazımda AKP’nin yaratmış olduğu “vazgeçilmezlik” ilkesinden bahsetmiş, seçimi kazanmak isteyen diğer partilerin bu duruma karşı strateji geliştirmeleri gereğini  anlatmaya çalışmıştım. Seçim sonuçları, AKP’nin bu kozu kullanmayı çok iyi bildiğini kanıtlamış oldu. “İstikrar Sürsün, Türkiye Büyüsün” gibi anlamlı ve iddialı bir söylemle yola çıkmak, oy verecek insanlar üzerinde kuşkusuz çok etkili olmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 2007 seçim sonuçlarının ardından yaptığı türde bir konuşma ile uzlaşma, barış ve yapıcılık içerikli mesajlar dağıtmaya devam etti. Söylemlerindeki samimiyeti elbette zaman gösterecektir. Üst üste 3. kez Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ı ve ekibini başarıları nedeniyle kutlamak gerekli. Umarım, çağdaş uygarlık düzeyini yakalama, barış ve huzuru sağlama, yaşam kalitesini yükseltme,  konularındaki çalışmalarında bilimin rehberliğine gereken önemi verirler.

Seçimle ilgili ben sıcak fikir ortaya koyana kadar bir sürü yeni gelişme olmuş olsa dahi ben olayları en başından alarak anlatmak niyetindeyim. Sandıktan %50 AKP, %26 CHP ve %13 MHP çıkarken 36 bağımsız milletvekili seçilmişti. Oy oranları fazla yorum yapmayı gerektirmeyecek netlikte ve çok önemli bir mesaj içermekte aslında. Türk seçmeninin sandıkta oy kullanırken neye bakarak oy kullandığı bilgisini içerisinde saklayan bir sonuçla karşı karşıyayız. Temel olarak düşünce yapısını bilimsel ve dogmatik düşünce olarak ikiye ayırabiliriz. Bu temelde bilimsel düşünce ve dogmatik düşünce ciddi şekillerde birbirlerinden farklılık göstermektedirler. Bunlara biraz derinlemesine bakarak seçmenin düşünce yapısı hakkında fikir sahibi olmak mümkündür.

Bilimsel düşünce olaylar arasında neden-sonuç ilişkisi kurmayı, araştırmacı yapı içerisinde olmayı, gelişmiş, gelişen ve gelişecek olayları bir bütün içinde sorgulayabilmeyi, konular hakkında okumayı ve genel anlamda anlamadığı konular üzerinde düşünmeyi, eleştirmeyi ve yeni bir fikir ortaya çıkarmayı gerekli kılar. Özünde bilimsel düşünce tez-antitez-sentez sac ayakları üzerine kurulmuş bir düzendir. Hemen her konu hakkında bireylerin fikirleri mevcuttur. Buna karşı görüş antitezi temsil eder ve tezin eksik ve yanlış gördüğü yanlarını düzeltmeyi amaçlar. Sonuç olarak ise sentez ortaya çıkar. Tez ve antitezden bağımsız bir görüş oluşmuştur ve her iki fikri savunan bireylerin ortak görüşü olarak ortaya çıkmış sonuçları temsil eder. Sentez sadece geçici bir süre için sonuç olarak kalabilir ve kendisine karşı oluşturulacak karşı tezler ile birlikte yeni bir tez halini alır. Bilimsel düşünce ortamında amaç insanların yaşam kalitelerini yükseltmek amacıyla ortak bir uzlaşı noktasının arandığı bir süreçtir. İnsanlar kendileri için iyi olduğunu düşündükleri fikirlerin savunucularıdırlar ve karşılıklı tartışma ortamı içerisinde bir uzlaşma noktası bulurlar.

İkincil olarak ele aldığımız dogmatik düşünce sistemindeyse doğru ve yanlış düşünce yer almamakta, var olan düşünce ve bilgi doğru kabul edilmekte ve sorgulanmamaktadır. Mevcut bilginin doğruluğuna sonsuz bir inanç söz konusudur ve doğru olduğu savunulan bilgi herhangi bir bilimsel bilgi olmasa dahi sonuna kadar savunulur. Burada amaç bir uzlaşı noktası bulma amacı değildir, ikna söz konusudur. Dogmatik düşünce yapısına sahip olan kimse ile tartışan karşıt görüşlü bir kimse ya ikna olur ya da ikna eder. Ancak oluşacak uzlaşı noktası mevcut fikirlerden birisidir. Yeni ve yapıcı bir fikrin sentez olarak ortaya çıkma ihtimali mevcut değildir. Dogmatik düşünce yapısı içerisindeki en dikkat çekici özellik, biat kültürünün çok derin bir şekilde yerleşik olmasıdır. Kimse söz konusu bilgiyi kendisi sorgulamaz ve kendisine sunulan şekli ile kabul etmeye hazırdır. Kendisinden üst gördüğü kimselerin kendisi yerine gerekli sorgulamayı yaptığı varsayımını taşır.

Bilimsel ve dogmatik düşünce yapılarının ışığında baktığımızda sadece Türk toplumunun değil, günümüzde pek çok toplumun dogmatik düşünceler ile hareket ettiklerini, eğilimlerinin dogmatik ve tartışmaya kapalı olduğunu görürüz. Karşılıklı ikna etme çabaları mevcuttur. Dogmatik düşünce sahibi tartışılan konuyu kendisi sorgulamadığı için çoğu zaman bir tartışma içerisinde kendisini kapana kısılmış ve sıkıştırılmış ve sınırlanmış hissetme eğilimindedir. Savunduğu fikri düşünmeden savunma çabasının sonucu olarak tartışmak istemeyebilecektir. Savunduğu kendi fikri olmadığı ve biat ettiği fikir eleştirildiğinde sinirlenecek ve tepkisel davranışlar gösterecektir.

Özelde Türk toplumuna bakılırsa, Türk toplumu son derece dogmatik bir yapıya sahip bir topluluktur. Bilgi sahibi kimse olarak görünen, toplum tarafından kabul edilmiş kimselerin düşünceleri benimsenir ve sorgusuz olarak biat edilir. AKP’nin %50 oy oranına ulaşmasının arkasında yatan sır işte bu biat kültürüdür. Saldırı olarak algılanan eleştirilere tepki olarak verilen oylar söz konusu olabilir. Recep Tayyip Erdoğan’ın söylemlerinin eleştiriye kapalı olmasının, eleştirenlerin çok ciddi yaptırımlara maruz kalmasının altında eleştirilerin yapıcı bir sürecin parçası olarak algılanmaktan uzak bir şekilde dogmatik yapıyı yıkıcı bulunmasıdır. Biat edilmesi istenen söylemler haricindeki söylemler konu dışı arz edilir ve herhangi bir önem verilmez.

Mevcut durum içerisinde AKP aslında Cumhuriyet içerisinde bilimsel düşünce temelleri içerisinde yaşamakta olan insanları sadece kendi söylemlerine biat eden milyonlara çevirme yarışında açık ara önde gitmektedir. Seçimden önce ve sonra isyan edilen onca haksızlığa rağmen, olaylara eleştirel yaklaşamamanın bir sonucu olarak dogmatik düşünce seçim zaferi kazanmıştır. Cumhuriyet ve bilimsel düşünce içerisinde yaşamaya alışmış milyonlar ise bu sürecin sonunda Cumhuriyet içerisinde yaşamını sürdüren kullara dönüştürülmektedir. Cumhuriyet’te kul olmak, Cumhuriyetin ön gördüğü çağdaş uygarlık seviyesini, bilimsel düşünce yapısını, olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini, olayları sorgulamayı bırakıp, Cumhuriyet’in bizler adına iyi yönetildiği inancı ile Cumhuriyet’i yönetenlere tam teslimiyet halini içermektedir. Cumhuriyet’te kul olmak, hapsedildiğini bilmeyerek kendisini özgür zannetmekle mümkündür. Yeni fikir üretemeyen bir toplum, Cumhuriyet ile yönetilemez. Cumhuriyet, yeni fikirlerin mevcut olduğu, eleştiri ortamının toplumu ileri taşıdığı bir süreçte yaşanabilir. Cumhuriyet’te Kul Olmak, kulların kendilerinin yaşadıkları yaşam şeklinin Cumhuriyet olduğuna inanması ile mümkündür.

Fikren Düşündüklerim, Hayat içinde yayınlandı | 1 Yorum

Yaz’ın Penceresinden Sonbahar

Hayat barındıyor içinde

Aşkı, nefreti

Duygusallığı, mantığı

Duranlığı sevdiriyor

Hareketler yavaşladıkça

Anlamlı anlar çoğalıyor

Sevgi olunca

Karanlık sarıyor bazen güpe gündüz

Güneş doğmaz oluyor

Eller buluşmaz

Gözler daha fazla yaşarmaz

Kalp daha fazla parçaya ayrılamaz

Beden bunlara dayanamaz oluyor

Karanlık gözleri sarıyor

Yalnızlık bedeni

Ruh umutsuzluğun esiri oluyor

Kaldırımlardan önce ağaçlar sararıyor

Hüzün şehri yavaşça sarıp sarmalıyor

Sarıdan kızılın uç tonlarına

Gözler uzaklara dalıyor

Yürek köşeden çıkamıyor

Sözler sessizleşip, ıslak bakışlara dönüşüyor

Yağmur camı tıklatıyor

Soğuk insanın içini titretiyor

Soğuk mu, ayrılık mı, hüzün mü

Kararsızlık varlığını hissettiriyor

Sevmeler ölü doğuyor, kıskançlığın kucağında

Bireyler çekilmek bilmiyor önünden

Gözü kara sevgilerin

Hüzünden kara bir gece o yüzden bu

Soğukla yalnızlık arası üşüten

Düşündükçe donduran

Umutları yaş olup yağmurla karışan

Donuk bakışlar var halen gözlerinde

Denizin üzerinden batan güneşe

Dağların arkasından gelmesi beklenenin

Belirmeden önceki sessizlik hakim havaya

Burukluk geçmiyor

Zamanın geçtiği hızla

Yara kapanmaya başlamıyor

Kan akmaya başladıktan hemen sonra

Yapraklar savruluyor kaldırımlarda

Sonbahar rüzgarlarının altında

Dağılan ruhun aynası gibi

Rüzgar altında dağınık biçimde uçuşan saçlar

Özlem artıyor geçen her saniye

Kavuşamamanın hüznü büyüyor beraberinde

Islak gözler merhem olmuyor açık yaralara

Kan sulanınca çoğalıyor kızıl yerden göğe

Şiir içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Erkekler Ne İsterler?

Hemen her erkeğin hayatında en az bir kez merak ettiği bir sorudur o. Kadınlar ne ister? Şimdiye kadar buna uyan ve genel geçer bir cevap bulunabilmiş değil. İlginçtir çoğu zaman kadınlar kendileri de ne istediklerinden emin olamıyorlar. Ya da gariban erkekleri bir tür teste tabii tutup, kararsız görünüyorlar. Neden her ne olursa olsun, kadınların ne istedikleri halen merak edilen ve tam bir cevabı olmayan bir soru. Bırakalım öyle kalsın mı desem acaba? Yok sordum gitti gene. Kadınlar Ne İster?

Kadınlara sorarsanız karışık olmayan ve gayet basit istekler bütünü çerçevesinde yaşam sürerler, karışık değildirler, basit ve sadedirler. Oysa bir erkek için doğada ki en karmaşık ve anlaşılamaz canlı türü yine kendileridir. Bu en başta bir yanlış beklentiden kaynaklanır. Kadın, erkeğin kendisini anladığını zanneder ki bu neredeyse nadiren gerçekleşen bir hadisedir. Bir erkek her şart altında kadının aslında ne istediğini anlamayan taraftır. Bunun için kendince sebepleri vardır; kadınlar duygusaldır, mantıksızdır, dırdırcıdır, yalancıdır, oyuncudur, nankördür, aldatıcıdır, boş ve çok konuşur gibi ön tanımlamalar içerisindedir. Bir bütün olarak baktığınızda erkek kadına güvenmeme eğilimdedir ama bunu bir yandan da gururuna yediremez. Erkek güvenmeme eğilimindedir çünkü kadın küçük hareketlerle erkeğin bedeninin kontrolünü kendisinden alabilmekte, erkeği hızla mantıktan uzaklaştırarak istemdışı güdülerinin eline bırakmaktadır. Aslında bu kadının bütün dinlerde bir şekilde lekeli ve istenmeyen olmasının ve hatta eski çağlarda doğar doğmaz öldürülmesinin falan da nedenidir ancak başka bir konu içerisinde uzun uzun incelenmesi gerekir. Konumuza dönersek, kadın erkeği dönüştürerek daha hayvan kılar çünkü güdülerine hitab etmektedir. Erkek bunu mantık içerisinde çözemediği için işin içinden çıkamaz ve sürekli yüzüne gözüne bulaşan bir yumağın içinde bulur kendisini, kurtulamaz, anlatamaz. Bütün başa çıkamama haline karşın yine de kadının kendisine yaşattığı hazzı başka hiç bir canlı da bulamadığı içindir tüm geri dönüşleri, kadını anlama çabası, ve o muhteşem soruyu sorması.

Peki ya erkekler ne ister? Erkekler sahip olduklarından daha fazla güç isterler. Evet bu kadar basittir aslında. Çünkü erkekler güçlü olduğunda diğer herşey tamamlanma sırasını bekleyen parçalar haline dönüşür hayatta. İş bulabilir, sorumluluk alabilir, güven verebilir, danışılabilir bir kaynak haline gelebilirler. Elde etmek istediği tek varlık, kadın, tarafından fark edilir hale gelir, güçlü erkek. Erkekler ne ister sorusu aslında çok cevabı olan bir soru değildir o yüzden kadınlar ne ister gibi bir fenomen soru olmamıştır.

Merak ettiğini öğrenmek ister erkek ve bunun için tanımak, tanışmak ister kadınlarla. Mantıkla başardığı onca şeyin sonunda hayvan tarafını onun dilinden anlayan kadına bırakmak içindir aslında bütün çabası. Yani iş döner dolaşır yine anlamaya gelir kadını. Sahiden ne ister bir kadın? Bir cevabı var mıdır bu sorunun? Bir şey ister mi her kadın?Varsa bilir mi kadın ne istediğini? soruları arasında arar kendi istediklerini bulmayı. Eğer bir kadının ne istediğini bulursa ona onu vermektir özünde bütün erkeklerin istediği. Bir kadına aradığını verebilmek, hazinelerin en paha biçilmezi değil midir hem? Kadını kazanacaktır, eğer ne istediğini bilirse, ondandır bütün araması, sorması ve merakı. Kadını yanında tutacak bir anahtar aramaktadır, zincirlerin aynı görevi görmediğini bilerek. Öyle bir şey ister ki kadın onlarcasında da varmış gibi durur, birinde bile yoktur. Erkek, kadının aradığının onda olup olmadığını bilmek ister. Erkekler ellerinden gelse karşılaştıkları her kadınla tanışmak isterler, ne istediğini bile bilmek ve eğer istediğini verebiliyorsa verebilmek için. Erkek, bir kadını elinde tutması için ne kadar güce ihtiyacı varsa onu ister, onu arzular. Karşısında aciz olduğu tek canlıyı karşısında tutmak yerine, yanında tutmak ister. Bilir çünkü bilmediği şey kadının ne istediğidir ve bu son derece tehlikeli bir bilinmezliktir. Kadınlar ne ister sorusunun bir yanıtı olduğu zaman, erkekler ne ister sorusu belki yeni bir fenomen olabilir, eskisinin yerini alarak.

Not: Bahsi geçen mantık, sadece bilinç düzeyini kast etmekte, kadınların mantıksız olduklarını ima etmemektedir. Yazının bütünü çerçevesinde bunun aşikar olduğunu sanıyorum.

Kurgu & Deneme içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Seçim’e Doğru Geri Sayımda

12 Haziran 2011 de genel seçim gerçekleştirilecek. Seçim turları başladı ve tüm hızıyla devam ediyor. Bütün parti başkanları kendilerini ifade etmek için meydanlara inmiş durumdalar. Hükümet yaptığı icraatleri anlatıyor ve devamı için oy alabilmek için çalışırken; muhalefet, hükümetin yanlışlarını gündeme taşıyarak bu yanlışların düzeltilmesi sözü üzerine oy toplama çabası içerisinde. Yapılan anketlere bakılacak olursa AKP %37-50 aralığında, CHP %27-40 aralığında, MHP %13-17 aralığında yer alıyorlar. Bir önceki seçimlerde %47 gibi ciddi bir oy oranı ile hükümeti kuran Başbakan Recep Tayyip Erdoğan partisi için hedef olarak iddialı bir oran olan %50’yi gözüne kestirmiş görünüyor. Bu orana ulaşır ya da ulaşamaz tartışması bir kenara AKP’nin bugün bu kadar oy alabilirliğinin tartışmasının yapılabiliyor olmasının en büyük etkeni özünde basit bir sebebe dayalı duruyor ve benim kişisel görüşüm olarak muhalefet bu hipotezi çürütecek bir tez üretebilmiş ve seçmenin aklını çelebilmiş değil.

AKP 2002 de gerçekleşen seçimlere bana göre ilginç bir parola olan ¨tek başına iktidar¨ ile yola çıktılar. Bir koalisyon hükümetinin anlaşmazlıkları ve yaşanan 2001 krizinin de etkileri dahilinde dahiyane olduğu ispatlanmış bir parola olduğu aşikar. Tek başına iktidar olmak isteyene hızlı bir oy akımı olmuştu. Hafızam yanıltmıyorsa o dönemde AKP tarihinde ilk defa seçimlere katılıyor olmasına karşın %100 oy alırsak seçimleri iptal ederiz, muhalefetin olmadığı bir parlemento düşünülemez gibi açıklamalar da düzenlemekteydi. 2002 seçimlerinin ardından 2007 seçimlerinde ise yeni bir furya ve parolaya ihtiyaç duydular. Bu belki de bir anlamda sonun başlangıcıydı, diğer tüm partiler için. AKP çok stratejik olarak yüksek olmayan bir sesle ¨tek parti hükümeti devam ederse, istikrar devam eder¨ imajını vurgulamaya başladı. Bu yerinde alınmış ve etkili bir karardı. Kimse sağlanmış istikrarın bozulmasını isteyecek değildi. İstikrarın sağlanmasına karşılık verilen taviz ve uygulama hataları, verilen kötü kararlar pahasına bu korunması gereken bir istikrar haline gelmişti. Özünde kitlelerin bilinçaltına işlemiş bir statüko idi bu. Çünkü insanlar yaşadıklarını bir kenara bırakıp, istikrarın daha önemli olduğuna kanaat getirebiliyorlardı. Bu kanaatı getirenlerin kim olduğu çokta önemli değildi çünkü herkesin bu sonuca şu veya bu şekilde varması için gerekli çalışma ve çaba yine AKP tarafından gösterilmekteydi. 2007 yılı seçimlerinde bir anlamda beklenen bir anlamda beklenmeyen gerçek oldu. AKP %47 gibi bir oy oranı ile yeniden hükümeti kurma görevine gelmişti. Bu azımsanabilecek bir oy oranı olmasa da yaratılmış olan, ¨Biz yoksak, istikrar yok¨ şifrelemesinin en büyük zaferiydi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, seçim sonuçlarının açıklandığı akşam basın toplantısında toplumun bütün kesimlerini kucaklayan bir konuşma yapmış, %47 ile gözü korkmuş olan kesimin bir nebze korkusunu dindirme ve ortamı bir parça sakinleştirme çabası içinde görünmüştü. Ancak icraat ile pekiştirilmeyen sözün hiç bir anlamı olmadığını çok kısa sürede tüm Türkiye öğrenecekti. Bilinen ama dillenmeyen senaryo gerçekleşmeye başlamıştı. 12 Eylül 2010 da referandum ile yeni bir yasa düzeni meclisten geçmiş oldu. AKP gücüne güç katmış önüne çıkanı ezerek, yoluna devam ediyordu. Referandumda sağlanan %58 gibi bir çoğunluk öngörülenin üzerinde bir sonuçtu. Ancak zihinlere iyiden iyiye yerleşmiş olan bir kodlama vardı. Artık ya AKP’li idi insanlar ya da değildi ve kimse AKP’nin karşısında olmak istemiyordu. Karşısında olduğunu söyleyene ciddi yaptırımlar uygulanıyor, yıldırma çalışmaları karşı ses olanların üzerine yoğunlaşıyordu.

Bu güne gelecek olursak, AKP iyiden iyiye zihinlere yerleştirdiği ¨Ben yoksam, iyi giden hiç bir şey yok¨ fikrini 2011 seçimlerinde de kullanmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bir çokları yapılan anketlerin geçerliliğinin ne olduğunu tartışmaya devam ediyor. (Anketin doğasından kaynaklanan bir tartışma, kesinlikle normal) CHP oyunu %20 bandından %30 ve hatta %40 bandına taşımaya çalışıyor ancak bu içinde bulunulan durum için yeterli bir çaba değildir. AKP 2002’den beri sürdürmekte olduğu ¨Vazgeçilmezlik¨ kartını her oynadığında, seçmenlerin arasında her zaman bu blöfü göremeyecek ve oy-unu blöfe göre şekillendirecek bir kesim olacaktır. Kanımca, sorun tam bu nokta da çıkmaktadır. CHP vatandaşı ilk önce AKP hükümeti gittiği taktirde mevcut durumun daha kötüye gitmeyeceğine ikna edebilmek durumundadır. AKP’nin her parti kadar vazgeçilebilir bir görüş içerisinde olduğunu anlatmalıdır. AKP yerine CHP ya da bir başka partinin gelmesinin Türkiye Cumhuriyeti için 8 yılda yaşananlardan sonra kolay olmayacağı kesindir. Mevcut korku sadece AKP korkusu değildir artık, dövizin değerinin devalüasyon sonucu alıp başını gitmesi korkusudur, Borsanın yükselmez bir iniş trendine girmesi korkusudur, mevcutta yaşanan sanal iyi havanın bozulmasının korkusudur, para kaybetme korkusudur, mevki kaybetme korkusudur, can korkusudur. Korkularımızı zamanında yenemezsek bütün bunlar var olmakla yok olmak arasındaki o ince çizgide yürürken ki son adımlarımız olması korkusunun yaklaşıyor olması durumudur. AKP 2002’den bu güne çok şeyler değiştirmiş olabilir. Gerçekliğin ötesinde güzel bir oyun çıkartıyor olabilir ancak perde kapandığında hesap vermek zorunda kalacağımız bir borç birikmektedir. Yaşanan refah döneminin ödemesinin ertelemesi sonsuza dek süremeyeceği için biriken borç bir gün mutlaka ödenecektir. Gün zararı durdurma kararının alınabilirliğinin tartışılması gereken gündür.

Son Söz: Zararın neresinden dönersen dön, kardır. Kar bir süre ele gelmeyebilir ancak zarar etmenin durması kar etme yolunda ciddi bir adımdır.

Fikren Düşündüklerim, Hayat içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Sevmek

Blog sayfasını aldığımdan beri yazacak bir şeyler düşünüyorum açılışı yapabilmek için. Bugün yazmaya karar verdim ama aklıma sen geldikçe duruyor akışı tüm kelimelerin zihnimde. Ben de istemesem de yine de aklımdaki kelimelerin yön göstermesine izin veriyorum belki de. Bu gidiş nereye varır, yararı-zararı olur mu emin olamasam da durdurmuyorum kendimi. Beyaz bir sayfayı dolduracak şekilde akan fikirlerimi bu sayfaya akıtıyorum ki bir miktar yer açılabilsin zihnimde.

Bu sefer de uykuma yenik düşmemek üzere bir çizginin üzerinde yürümeye başlıyorum. Önce üzerimi değiştiriyorum o yüzden. Gözlerim kapanmadan önce bilgisayarı kenara koyup uykuma devam edebilmek için.

Seninle paylaşmak istediklerimin bir kısmı geliyor aklıma, sonra yenileri eskilerini kovalıyor bir süre, üzerimi değiştirirken. Ama kendime sözüm var artık. Sen de biraz bana adım atacaksın ki ben durduğum yerde gelin güvey olmadığımı göreyim ya da şöyle demeliyim belki de son saniye dönüşlerini bırakacaksın bir kenara. Sahipsin zaten kalbimde o çok özel sayılan kısma ve orada kalman için bütün bu çabam ama seni kalmak istemediğin bir otel odasında zorla ağırlamak gibi bir şey bu benim yapmaktan bahsettiğim. Hizmet kalitesi ne kadar iyi olursa olsun, mevcut güler yüz değil aklında kalacak olan, zorla konaklamak zorunda bırakılmış olmak olacak orada. Oysa kendi rızan olsa belki de güler yüzlü anların hatrına arada somurttuğumda nazik ve ürkekçe soracaksın cesaretini toplayıp “neyin var?” diye. O anda bir kısmını paylaşacağım belki neyim varsa ya da süsleneceğim o en karizmatik gülümseyen yüzümü ve “yok bir şey. Dalmışım.” diyeceğim dalgın. Fark etmeyeceğim aslında ne kadar benim farkımda olduğunu ama sen fark edeceksin işte tam o zaman beni. Kendini buna zorlamayı bırakıpta oluruna bıraktığın zaman özgür bir kuş gibi gidecek belki yüreğin.

“Seni Seviyorum” demek için gerekli sabrı göstermesini bileceğim. Alelade bir sevmek olmayacak çünkü o. Ben seveceğim çünkü hem de Seni seviyor olacağım. Kanımdaki adrenalin seviyesi arttığında gözlerine bakarak kekelemeden tane tane söylebilmeliyim, bir tanem. Söylediğim de ise seni sevdiğimi kalbin kalbimin ritmindeki bozukluğa uyum sağlayarak teklemeli, gözlerin gözlerimdeki aşk ateşini görebilecek kadar açık ve gözlerimde olmalı ve hissetmelisin seni gerçekten sevdiğimi alev alev yanan gözlerimde.

Hayat içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Faili Meçhul

Nereden buluyor bu çocuk bu konuları da yazıyor diyeceksiniz sanırım kısa süre sonra ama gördüklerimi düşündüklerimi yazıyorum ki akıl sağlığım yerinde kalsın. Bilinsin ki farkında olmadığımızdan değil, uğraştığımız ve çarpıştığımız çok fazla alan olduğundan unuttuğumuz şeyler var. Yaptıklarımız var kendi kendimize küçümsediğimiz. Ne mi mesela? Yurtdışında ¨Ben Türküm¨ diye bilecek mangal yürekli giderek azalıyor. Sebep? Sebep basit çünkü Dünya’nın yenilmez ordularını vakti zamanında dize getirmiş olan neslin torunları unutmuş, belki de kasten unutturulmuş içlerinde kopan fırtınaları. Bizi gördüklerinde bizim değil de onların bize saygıda kusur etmemeleri gerektiğini bilerek ve kasıtlı olarak unutturmuşlar. Ama bu başka bir yazı konusu belki de. Ben bize unutturdukları düşünürlerimize değinmek için başladım bu ¨faili meçhul¨ yazıma.

Uğur Mumcu, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Doç. Dr. Bahriye Üçok, Dr. Necip Hablemitoğlu, Turan Dursun, Çetin Emeç ve Abdi İpekçi gibi düşünürler faili meçhul cinayet kurbanları. Sadece onlarla sınırlı değil elbette. Adnan Kahveci var trafik kazasında yaşamını yitiren, Eşref Bitlis var uçak kazası sonrası hayatını kaybeden. Sayı ve isim daha artabilir, düşünürlerin fikirleri bir kesime daha yakındır, bir diğerine ise taban tabana zıt olabilir. Ancak bir ülke vatandaşının öldürülmesi üzeri devlet tarafından örtülecek hadise olmamalıdır. Araştırma ve soruşturma gerçek anlamda yürütülmeli ve sorumlu kişiler bulunarak gerekli cezalar uygulanmalıdır. Verilen cezalar caydırıcı ve sonra ki eylemleri önleyici tedbir niteliği taşımalıdır. İnsanlar nasıl olsa unutuyorlar mantığı içerisinde olay sıcak iken yapılacak çalışmalar, göstermeklik kafası kopmuş tavuk gibi ortalıkta dolanmalar sadece göz boyamaya yönelik hareketlerdir. Bu içinde yaşadığımız çağdaş uygarlık düzeyine uyan bir davranış biçimi olmaktan kat be kat uzak bir tablodur.

Bunları söylüyorum da sanki bir kötü niyetim varmış gibi anlaşılmasın. Bir kötü niyetim yok. Yaşadığım ortamın ve çevrenin her fikir için (bir diğer fikrin varlığını tehdit etmeyen her fikir için) duyulma ve taleplerini dile getirme ve tartışma ortamının var olmasını istediğim için yazıyorum. Yazmaya başlarken bir haberden aldığım cesaretle vardı içimde.

İbrahim Tatlıses isimli sanatçı 13 Mart’ı 14 Mart’a bağlayan gece Pazartesi sabahı uzun namlulu silahlarla uğradığı saldırı sonucu başından ağır yaralı bir şekilde hastaneye kaldırılmış ve bir kaç operasyon geçirdikten sonra hayati tehlikeyi önemli ölçüde atlatmıştı. Saldırı sonrası çıkan haberler üzerinde çok fazla durmayacağım çünkü konu farklı yerlere dallanıp budaklanma eğiliminde ve benim istediğim sonucun ötesine çığ etkisiyle götürülebilecek bir konu. Ancak konuyu belli bir yere getirmek için değinmeyi istediğim bir kaç yer var elbette. Şu var ki devlet yetkililerince yapılan açıklamalar ¨Gereken neyse yapılsın!¨, ¨Doktorlara rica ettim kendisini uyandırmadılar!¨ gibi ve benzeri. Açıklamaların iyi veya kötü niyetini tartışacak değilim ancak bu tür açıklamalar devleti yöneten kimseler tarafından sarfedildiğinde acemilik imajı doğuran söylemler. Yaralının durumunun ne olduğunun bilincinde olunmadan sarf edilmiş gibi duran sözler. Niyetini kesinlikle sorgulamıyorum sözlerin içeriği tamamen iyi niyetli olabilir ancak daha derli toplu cümleler daha özenli demeçler verilebilirdi diye ekliyorum.

Nereye geldik? İbrahim Tatlıses’in 14 Mart sabahı uğradığı silahlı saldırıya. Aradan 3 gün geçmeden 66 saat gibi bir süre sonucunda yürütülen çalışmalar sonucu sanatçıyı kimin vurduğunu tespit ettiler. Telefon konuşmaları bölge çapında dinlendi. 100 üzerinde kişi gözaltında ifade verdi. Sonuç olarak yıllardan beri sürmekte olan bir kişiler arası husumet sonucu gerçekleştirilen bir saldırı olduğu açıklanan haberler arasında mevcut. İbrahim Tatlıses eski sağlığına tam anlamı ile kavuşabilir mi henüz bilinmiyor ancak kendisine gerçekleştirilen saldırı faili meçhul bırakılmamak üzere gerekli her türlü çalışma ve çaba harcanmış olunmalı ki 66 saat gibi bir süre sonunda muhtemel zanlılar yakalanmış bulunuyorlar. Burada denilebilir ki saydığın çoğu cinayetin zanlıları da içeride ya da zaten yakalandı ya da zaten biliniliyor. Ben inandırıcı kanıt görmek istiyorum. Sadece beni değil kamu vicdanını rahatlatacak ve yanlarına kalmadı dedirtecek bir politik duruş arıyorum. Üzeyir Garih ya da Hrant Dink cinayetlerinde olduğu gibi bir garibanı ortaya atılıp ¨işte zanlı bu¨ denerek olayın geçiştirilmemesini ve olayın aslının inceleme altında olduğunu bilmek istiyorum.

İbrahim Tatlıses iyi insandır kötü insandır tartışması içerisine girecek değilim. O yüzden kendisine sağlık diliyorum. Belki yaptığı iyi ve kötüleri kendisinin tartıp yeni kararlar alabileceği yeni bir hayatı olur bu saldırı sonrası.

Hayat içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Kapıyı Çalar Mı Aşk?

Bırakıp gitmeyi düşünmeden önce olmuştum sanırım aşık. Daha fazla dayanmak zorunda kalmamak içindi belki de yaşayabileceğim acılardan kaçış çabalarım. Doğru yolu bulamamaktandı kendimi yaralamalarım. İstemeye istemeye fikir almaya çalışmalarım. Kendi başıma yanında olma arzuma engel hep bir acabalarımla ayrılmıştım sessizce. O kadar sessiz bir terk edişti ki bu seni, varlığını bilmediğin bir beni kaybedecektin sen ben bu karara sadık kalmayı başardığım sürece. Senin yerine sevmek isteyecektim, daha seni sevememişken dolu dolu. Kokunu anımsamak isteyecektim henüz içime çekmeye fırsat bulamamışken. Gitmeyi tercih ediyordum, çünkü kalmak demek bazen istediklerimden daha fazlasına mal olmaya başlıyordu. Ben kalbimin sızlamasını istemiyordum. Mutluluğu kollarında tatmak, sana sarıldığımda mutluluğun somut yüzünü bulmuş gibi mutlu olmak istiyordum. Belki de haklıydı onlar ve bunlar benim sadece aklımdan geçen düşler olarak kalacaklardı. Yatmadan önce ki aşk sanrıları olarak bir kenarda kalacak yazılardan ötesi olmayacaktı. Hayatıma girmeni istemekle hayatında yer sahibi olmaya çalışmakla uğraşmayı bırakmış bulunuyorum bundan sonra sen beni ara gecelerce ben yalnızlığımla mutlu olmayı yeniden öğrenmeye çalışırken. Aşk kapımı yeniden çalar mı bilmem ama artık çalmasın girsin istiyorum sanırım kapıdan….

 

Not: Hayat Kırıntıları adlı hesabımdan aktardığım bir yazım.

Kurgu & Deneme içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Bahar

Aslında ne kadar meraklıyız herşeyin bizim kontrölümüzde olması fikrine. Ne kadar saplantılı bir durum aslında, elimizde olmayan onca şeye bakınca. Evet hayatınızı istediğiniz yönde yaşamak için gerekli donanım hep elimizdedir ama bunu kullanmak yerine niye hem elimizden gelenin ötesinde beklentiler içerisinde kayboluruz ki? Kendi hayatımızı bile yaşayacağımız forma getirememişken başkalarının hayatlarını belli bir forma sokma çabamız neden olabilir ki? Kendi yapamadıklarımızı başkaları aracılığı ile mi yapmaya çalışıyoruz acaba? Bu herşeyi kontrol altında tutmaya çalışıpta sonra kaderci takılmalarımız yok mu, beni benden alan anlar işte asıl onlar belki de aradığımız çarpıklığı tüm çıplaklığı ile yüzümüze vuracak olan.

Meraktan geliyor başımıza gelen her ne varsa. İlk öpüşme, ilk sevişme, ilk kez evden kaçma, ilk kez bir arkadaşın evinde kalma… Aslında hepsi bir kontrolün bizde olduğunu gösterme aracı değil mi birilerine karşı. Bedenlerimizle ve hayatlarımızla ne yapılacağına karışmalarını istemediğimizi gösterme şeklimiz değil mi? Sevmelerimiz bile aslında bu bağlamda kimi zaman tepkisel gelişmiyor mu? Kendi kendinizi kandırmıyor musunuz hiç, eski sevdiklerinizi hatırladığınız zamanlarda yeni sevgililerin yanında? Yoksa rolünüzde ustalaştınız da belli mi olmuyor dışarıdan?

Her bahar aşık olurum ben diye yazmıştım eski bir yazımda. Her bahar aşık olurum, yeni baştan. Yeni birisine hep sıfırdan. Yapılan yanlışları bilmeyen birisiyle yargısız bir şekilde. Başladığı gibi bitmez her zaman. Öyle ya kontrol bazen kaybolur duygular arasında bir noktadan sonra, yavaşça. Yokluğunu hissetmezsiniz belki de o kaybolan kontrol duygusunu ve aramaz bilinçaltınız kontrollü halinizi ta ki ne yaptığınızı fark edene kadar. Bilinçli sevişmek zor olsa gerek birisiyle. Duyguların ve o anın tadını çıkarmaktan mahrum bir an olsa gerek belki de. Gözleri açık öpüşmek gibi bir şey olsa gerek ilk kez sevişirken anı yaşamaktansa kontrolü sağlamaya çalışmak.

Çalmamalı bazı duygular kapınızı mesela öyle anlarda. Ya hiç gelmemeli yanınıza, ya da kırıp girmeli kapıyı açmayacağınızı bildiği için çalan kapıyı. Kaç kere çalar acaba Aşk kapınızı? Peki ya Nefret, Öfke, Kin, Kıskançlık, Bencillik kaç kez kırdı kapınızı? Çalmamalı kapı falan duygular, olduğu gibi olmamalılar. Anın tadını çıkarmamıza bir fırsat tanımalılar. Orada olduğumuzu hatırlatacak anılar an an dolarken zihninize sadece içinizden gelenler olmalı belki de.

Fikren Düşündüklerim içinde yayınlandı | Yorum bırakın

Paylaştıklarımız

Hayatta ne kadar çok şeyi paylaşıyoruz aslında farkında olmadan. Sevdiklerimizle de paylaşıyoruz, tanımadığımız insanlarla da. Yenilerini tanımamıza bir adım oluşturması için paylaşıyoruz belki çoğu zaman. Bir iz bırakma çabası olarak başımızdan geçen olayları, algılarımızı ve hatta deneyimlerimizi paylaşıyoruz. Üstelik günümüzde bu paylaşım eskisine nazaran giderek kolaylaşan bir olgu. Sosyal medyanın yanı sıra cüzdanlarımızdan ya da ev anahtarlarımızdan daha öncelikli hale gelen cep telefonlarımızdan kurduğumuz iletişimden bahsediyorum. Paylaşabileceğimiz platformlar bu kadar artarken aslında biz gerçekten bir şeyler paylaşmakta mıyız sorusu kafamı kurcalıyor derinden.

Aslında düşündüğümüzden fazlasını paylaşıyoruz her gün birbirimizle. Mesela en başta bir gezegeni paylaşmak zorundayız. Yaşanabilir alanları, soluduğumuz havayı, içtiğimiz temiz suyu ve elbette fazlasını. Bunun yanında yakın çevremizde yaşayanlarla duygu ve düşüncelerimizi, iniş-çıkışlarımızı ve bazen sadece birbirimizin yanında sessizce oturabilme ve yanında destek olarak durma halini paylaşıyoruz. Hüznü, kederi, sevinci, mutluluğu, gözyaşlarını ve kahkahaları bir düzen içinde olmasa ve bir plana oturmasalar da düzenli olarak paylaşıyoruz. Peki neyi paylaşamıyoruz? Aslında gerçekten hissettiklerimizi paylaşamıyoruz. Bunun iki tarafı var. Sevgimizi de nefretimizi de yaşadığımız ölçülerde birbirimize göstermekten sakınıyoruz. Sevgimizin çoğunu karşımızdakinin bilgisi dahilinde olduğu için belli aralıklarla ona hatırlatma gereği duymuyoruz. Ama birisini sevmiyorsak bunu sürekli hatırlatmaktan geri durmuyoruz. Sevmediğimiz birisinin hatalarını görmekten bazen mazoşist bir zevk aldığımız bile olabiliyor. İşin daha tuhaf tarafı ise bunun aslında yanlış olduğunu çoğu zaman kendimize hatırlatıyoruz.

Belli kavramlar üzerinde bir uzlaşı sağlayabilmemiz gerekli aslında paylaşım sağlayabilmemiz için. Bu kavramlar günlük hayatta kullandığınız sıradan şeylerde olabilir, geneli ilgilendiren genel kavramlarda olabilir. Özgürlük, demokrasi, insan hakları dendiği zaman birileri çıkıp özgürlükler sınırsız olmalıdır diyememelidir. Sınırsız özgürlük olmayacağının bilincinde yaşamalı ama istediğini yapabilecek kadar da özgür hissetmelidir. Buradaki ince sınır zaten özgürlüğün tanımlayıcı özelliği değil midir? Bir başkasının özgürlük alanının ihlali olmadığı sürece özgürüzdür. Bu bireysellik değildir, karşınızdakinin haklarının korunması için gerekli bir sınırdır. Bu genel kavramların yanında özünde sevgi, aşk, birliktelik, ayrılık gibi kavramlarında berrak şekilde tanımlanması gereklidir ki insanlar kendilerini ifade ederlerken kullandıkları kelimeler durumu farklı bir yere götürmesin. Birisini sevdiğinizi söylemeniz sevmeniz için yeterli gelmemektedir. Destekleyici ve pekiştirici eylemlerinizin varlığı sevginizin göstergesidir. Düşünceli davranışlarınızı açıklayabileceğiniz kelimelerin varlığı ne kadar düşünceli olduğunuzu ortaya koymak için vardırlar belki de. Düşüncelerin sessizliği güvenlidir, kelimelerin gürültüsüyle kıyaslandıklarında. Kelimeler hep birer kullanımlıktır ve kullanım anlamını paylaşmıyorsanız, bir paylaşım ortaya koymanız gerçekten çok zordur.

Bugün o yüzden aslında kimse kimsenin tam olarak ne demek istediğini anlamadığı ve ilerisini göremediği bir toz bulutunun içerisinde yaşamaktayız. Benim anlatmak istediklerimin sadece belli parçalarını anlayacak, belli parçalarını ise es geçeceksiniz. Bu belli bir noktaya kadar anlaşılabilir kalabilir ancak sınır geçtikten sonra iletişim kaybolmaya başlayacaktır. O yüzden bugün yaşadığımız çevrede paylaşım bu kadar kolayken, anlaşılmak bir o kadar zordur. Anlattıklarınız karşınızdaki için farklı değerler ifade etmektedir. İfadeleriniz paylaşıma açılan kapı gibidir ancak kapının nereye açıldığı önemli bir sorun oluşturabilir. Paralel bir evrene mi açılmaktadır, yoksa bir birimizi daha iyi anlayabildiğimiz, gerçek paylaşımın mümkün olduğu bir gerçekliğe mi?

Güzel bir söz öğrendim çok yakın zamanda “Sahip olunabilecek en büyük lüks, karşınızdakinin ne söylediğinizi anlayacak olmasıdır.” diye. Üzerinde düşündüğünüz zaman gerçekten bütün lüks anlayışınızı yeniden şekillendiren bir cümle ve eğer gerçekten böyle bir lüks varsa ben bunu sadece kendim için değil, tüm insanların sahip oldukları bir şey olsun isterim. Herkesin sahipliğinde durumun kendisi lüks olmaktan çıkabilir ancak bütün mesele de bu değil mi özüne baktığınız taktirde.

Nereye getirecek lafı diyorsanız, bir yere getirmeyeceğim. Paylaştıklarımızın değerini bilelim ve farkında olalım diyeceğim. Anlaşabilmenin farklı yollarını deneyelim ve bir çıkış yolu bulalım diyeceğim. Yönümüzü kaybettiğimizi hissettiğimizde birbirimizi tekrar yola sokabilecek kadar anlayış gösterebilelim diyeceğim. Hepsinden fazla öfkelerimiz ve kırgınlıklarımızdan çok sevgimizi anlaşılır kılmanın daha etkin yolu üzerinde ulaşılabilir bir yer bulmaya çalışalım diyeceğim. Korkmayın, paylaştıkça artan tek şey sevgi değil mi en sonunda…

Fikren Düşündüklerim içinde yayınlandı | Yorum bırakın